14 Ekim 2025 - Salı

Şafak Söktü Yine Sunam Uyanmaz

Şafak Söktü Yine Sunam Uyanmaz

Yazar - Dr. Ramazan Canural
Okuma Süresi: 5 dk.
73 okunma
Dr. Ramazan Canural

Dr. Ramazan Canural

-
Google News
“Şafak söktü yine Sunam uyanmaz…”
Bu yanık Anadolu türküsünü kim bilmez ki…
Hani, Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun dediği gibi:
"Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası,
Ayak seslerinden tanırım.
Ne zaman bir köy türküsü duysam,
Şairliğimden utanırım."
İşte böyledir Anadolu'nun türküsü…
Yalın, sade, ama öyle bir dokunur ki insanın yüreğine; ciğerini dağlar, gözlerini yaşartır.
Ben de ne zaman bu türküyü duysam, içimi tarifsiz bir hüzün kaplar; kirpiklerimde yaşlar birikir. Çünkü bu türkü, yalnızca bir ezgi değil, bir aşkın, bir iftiranın, bir masumiyetin  çığlığıdır.
Rivayete göre bu türkünün kahramanı, Malatyalı Fahri Kayahan'dır.
1900 lü yıllarda  doğmuş, ömrü boyunca müzikle yaşamış bir gönül adamı…
Bağlamanın teline, tamburun sesine ruhunu üfleyen bir sanatkâr.
İstanbul'a geldiğinde ünü kısa sürede yayılır; Atatürk'ün dahi takdirini kazanır. Ama onun asıl hikâyesi, ne sahnelerde, ne plâklarda başlar…
Bir kadının masum bakışları, bir iftiranın karanlığıdır onu başlatan… 
Malatya'da zengin bir manifaturacının oğludur Fahri. Şık giyinir, efendi bir delikanlıdır. 1933'te güzeller güzeli Suna ile evlenir. O yıllar, sevdanın en saf, en derin hâlidir. Birlikte geçirdikleri birkaç yıl, ömrünün  en parlak baharı gibidir. 1934'te minik kızları Suade dünyaya gelir; evlerine neşe, kalplerine umut dolar. Fakat 1936'nın soğuk bir kış gecesinde, zalim kader, bu aşkın üzerine kara bir sayfa ekler…
O yıllarda Malatya'da kadınların en büyük eğlencesidir hamam sefaları. Suna da dostlarıyla birlikte bu haftalık eğlencelere katılır. Bir gün, hamamda en yakın arkadaşı Neriman, onun sırtındaki büyük bir beni fark eder. Giyinikken asla farkedilemeyecek bir ben…
Bu, öylesine bir andır ki kimse bilmez ama, bir kelime bir yuvayı yıkacaktır. Neriman, akşam evde, sadece laf arasında, kocası Mustafa Bey'e bahseder bu benden.
Fakat dedik ya, kader bazen bir kelimeyle kıyameti başlatır…
Bir süre sonra Fahri ile Mustafa Bey arasında bir tartışma çıkar. Öfke büyür, sözler keskinleşir. O an Mustafa Beyin  dilinden şu cümle dökülür:
"Ulan, ben senin bütün sırlarını bilirim. Hatta karının sırtındaki bene kadar! Üstüme gelme benim. "
O anda Fahri'nin yüreğine bir bıçak saplanır.
"Karımın sırtındaki ben mi? Bunu nereden bilir?"
O an duyduğu söze pek aldırmaz görünür  ama içine düşen o zehirli şüphe artık oradadır. Eve koşar, Suna'ya olan biteni anlatır; öfke, korku ve utanç içinde…
Suna şaşkındır, gözleri yaşlı,  yemin eder: "Beyim, inan… ben sana hiç ihanet etmedim."
Ama Fahri'nin kalbinde bir yara açılmıştır; ne söz, ne sevda kapatabilir artık o yarayı. Günler geçtikçe aralarına soğukluk girer; ev sessizleşir, duvarlar bile ağlar sanki. Suna, sevdiği adamın gözlerinde o eski sıcaklığı göremez artık.
Bir gece, yine bir tartışmanın ardından Fahri, evden çıkar. Sabaha kadar caddelerde dolaşır, düşünceleriyle baş başa kalır. Şafak sökerken, yorgun, kırık bir hâlde eve döner.
Ve… evin sessizliğinde o acı manzara ile karşılaşır. Suna, tavandan sarkan bir ipte, cansız…
Ayağının dibinde bir mektup…
"Kusura bakma beyim,
Günlerdir içinde taşıdığın o şüpheyi biliyorum. Kendimi temize çıkarmanın başka yolu yoktu. Şunu bil ki, ben sana hiç ihanet etmedim."
O an Fahri'nin yüreği paramparça olur.
Sevdiği kadını, masumiyetin kurbanını, kendi elleriyle yağlı urgandan indirir. Ve işte tam o anda, acının doruğunda, dilinden dökülür o yanık sözler:
"Şafak söktü yine Sunam uyanmaz,
Hasret çeken gönül derde dayanmaz…”
İşte böyledir bu türkü…
Bir aşkın değil, bir vicdan azabının, bir masumiyetin ağıdıdır. Ne zaman bir bağlama sesi duysak, ne zaman bu türkü çalsa, Bir yerlerde hâlâ o şafak yeniden söküyor gibi olur…
Ama Suna uyanmaz.
#
Yorumlar (0)
Tüm Yazıları