|
|||
![]() |
İki Kaçağın Seyehati... | ||
Dr. Ramazan Canural | |||
Yaşam üç zamanlı bir bütündür… Geçmiş, bu gün ve gelecek. Gençler geleceğe dönük hayaller kurarken, yaşlılar çoğu zaman anılarıyla geçmişte yaşarlar.
Biz de yazılarımızda bazen geçmişe bir yolculuk yapıyoruz. Bu haftaki yazımızın konusu da öyle… Yani geçmiş ve anılar… İster acı, ister tatlı olsun pek fark etmeyen ve hep tatlı hissedilen anılar…
Tam olarak hatırlamıyorum ama ya ortaokul sonu, ya da lise başlarıydı. Fakirliğin ve yoksulluğun kol gezdiği zamanlar… İnternet ve televizyon yok. Parasızlıktan gazetelere ulaşmamız da imkânsız. Dünya ile iletişim ancak külüstür radyolarla sağlanıyor.
O yıllarda çocuk aklım bana hep şunu fısıldamaktaydı: "Burada çok sıkıldın. İlçenin dışına çıkmalı, gezip tozmalısın! Şöyle bir Denizli yapsan fena mı olur?"
Duyuyordum gidenlerden…Otobüste; radyo, teyp dinleye dinleye gidiyormuşsunuz, yolda kolonya ikramı varmış, Cankurtaran'da çay molası da cabasıymış. Çaylar da şirkettenmiş…Oooh, bundan iyisi Şam'da kayısı…
Galiba haziran sonlarıydı. Benim gibi tatlı hayaller kuran bir arkadaşımla konuştuk. Meğer o da çok istiyormuş böyle bir geziyi…
O yıllarda babam Avusturya'da işçiydi. Annem de yazık, tek başına tarla tapan işlerini yürütmeye çalışıyordu.
Bir gece annemin cüzdanından on beş lira aşırdım. Bir hafta önce, iki gün pancar otu amelesine gitmiş ve beşerden on lira kazanmıştım. Ee, yirmi beş lira da az sayılmazdı. Otobüse, gidiş geliş on lira versem; on beş lira bana, bol bol yeterdi.
Arkadaşın zaten pek para sıkıntısı yoktu. Neyse… Sabah erkenden Denizli otobüsüne bindik. Otobüs tıklım tıklım… Ayaktayız… Ama bizde bir mutluluk, bir sevinç ki, sormayın !..
Giderken arkadaşım "ben kahvaltı yapmadım" dedi. Varınca hemen bir çorba içmeliydik. Geçen yıl vesikalık fotoğraf çektirmek için gittiğimiz Burdur'daki mercimek çorbasının tadı hâlâ damağımdaydı.
Garaja vardığımızda birer mercimek çorbası içtik. Çorba yine süperdi. Tıpkı geçen yıl ki gibi…
Sora sora Çınar Meydanını bulduk. Tam karşıda büyük bir kitapçı dükkanı göze çarpıyordu. Hemen girdik. Üffff! Burada binlerce kitap vardı. Kerime Nadir'in Hıçkırık romanını sordum. Varmış. Üç lira ödedim. Böylece uzun zamandan beri hayalini kurduğum romanıma kavuşmuştum.
O gün akşama kadar caddelerde dolaştık, vitrinleri seyrettik, hatta sinemaya bile gittik. İlçedeki sinemaya hiç benzemiyordu. Yepyeni ve çok genişti…
Sinema çıkışı arkadaşım, önümüzde yürüyen kızları işaret ederek "hişt, şunların giydiği mini eteklere bak, beş yaşındaki kız kardeşimin eteği bunlarınkinden uzundur valla," deyince kahkahayı bastık. Sonra kızların bize ters ters baktığını fark edince de utancımızdan kıpkırmızı kesildik.
Akşam otelde kalacaktık. Otelci bizi içeri almadı, ama sağ olsun birer karyola vererek otelin bahçesindeki çınar ağaçlarının dibinde yatmamıza göz yumdu. Otelciye üçer lira ödemiştik.
Esasında yorgunluk ve rezillik diz boyuydu. Sivrisinekler etrafımızda cirit atıyordu…
Vızzzz…Vızzz… Ama biz mutluyduk ve önemli olan da buydu.
Sabahleyin arkadaşım: "Kayhan'da oturan bir teyzem var, onlara uğrayalım; bahçelerinden domates, biber, fasulye toplarız" demişti. Böylece eve dönünce yiyeceğimiz dayağın dozunu biraz düşürmeyi umuyorduk.
Yine otobüs yolculuğu, yine Cankurtaran'da çay molası derken…
Ellerimizde sebze torbalarıyla, akşama evdeydik. Denizli macerası bize göre çok zevkli geçmişti ama, evde bizi bekleyen felâketin(!) boyutunu da tahmin edebiliyorduk.
Nitekim o gece hatırı sayılır bir dayak yemiştim. Anacığım, biricik oğlunun iki gün, bir gece evden kayboluşunun acısını çıkarıyordu âdeta:
"Beş vuuuuuur, bir say…Beş vuuuur, bir say…"
|
|||
Etiketler: İki, Kaçağın, Seyehati..., |
|